Türk Dil Tarih Kültür Birliği - Kültür Makaleleri
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Turan Kültür Merkezi Nisan Ayı Etkinlikleri
Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ve Türkoloji Kulübü Dilbilim Seminerleri
TÜRKSAM Kıbrıs Sorunu "Kıbrıs Müzakereleri ve KKTC Cumhurbaşkanlığı Seçimleri" Beyin Fırtınası
TDAV Süleymaniye Kürsüsü Dr. Muhsin Kadıoğlu'nun Prof. Dr. Turan Yazgan ile Sohbeti
Avrupa Aydınlar Ocağı Türkistan'dan Anadolu'ya Alpler Erenler Konferansı
“Hürriyet verilmez, o ancak alınır.” Mustafa Kemal Suriye’den gizlice Selanik’e gelir ve güvendiği arkadaşları ile Askeri Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Baha’nın evinde bir toplantı gerçekleştirir. 1906 yılında Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik Şubesini kurmayı amaçlayan Mustafa Kemal, toplantıda vatanın tehlikede olduğunu tekrar vurgular ve arkadaşlarını vatanı kurtarmak için göreve çağırır. Mustafa Kemal uzunca bir konuşma yaptıktan sonra sesi yankılanırken Ömer Naci ayağa kalkarak şu sözleri söyler:
“Mustafa Kemal arkandayız, seni takip edeceğiz. Ölümler, cellatlar ve işkenceler bile bizi bu kararımızdan çeviremeyecektir. Hürriyet verilmez, o ancak alınır.”1
***
Bizlere “yaşama hakkı” tanımak istemeyen sömürgeci ve barbar devletler, bu olaydan 16 yıl sonra eşi görülmemiş bir kurtuluş mücadelesine tanık oldular. Yıllarca savaşmaktan bitkin düşen halkımız, her türlü kötülüğe ve fenalığa karşı gücünü toplamış ve var olma savaşını gerçekleştirmişti. Bu büyük zaferin ardından ne yapacağını şaşıran sömürgeci devletler, kendilerine ekonomik yönden tamamen bağımlı olan Türkiye’nin, bu konuda yine kendilerinin kapısını çalacağını ve bu sayede istediklerini yeni Türkiye’ye kabul ettirebileceklerini düşünmekteydiler. Ancak Türk halkı bağımsızlığını kazanmakta gösterdiği direnci, uygarlık yolunda da göstermeye Mustafa Kemal’in önderliğinde karar vermişti.
Önce saltanatın yerine, cumhuriyet ilan edildi. Ardından hilafet makamı kaldırıldı. Devrimler arka arkaya geldi. Türk Halkı sonsuz güven duyduğu Mustafa Kemal’in önderliğinde bir mucize gerçekleştirdi. Gerçekleşen devrimler ile Türk Milleti adeta kabuk değiştirdi. Pek çok ulusun uzun yıllarda gerçekleştirebileceği atılımlar 15 yıl gibi kısa bir sürede gerçekleşti. Ancak bu mucize Mustafa Kemal’in hayata erken vedası ile sona erdi. Türk Halkı, unutmayacağı büyük önderini kaybetti.
Devrim yıllarında dış destekli gerici ve bölücü güçler yeraltına sinmek zorunda kalmıştı. Yeraltına çekilen iç ve dış düşmanlar Atatürk’ün ölümüyle yeniden sahneye çıkma fırsatı buldu. 1938 yılından sonra gelen hükümetler ne yazık ki dirençli ve devingen bir politika izleyemediler. Cumhuriyet Dönemi dış politikasında daha önce yapılmamış hatalar yapıldı. Atatürk’ün ölümüyle yer altına çekilen gerici faaliyetler de gün yüzüne çıktı. Dış destekli gerici karşı çıkış, çok partili sisteme geçilmesi ile gelen demokratikleşme(!) hareketi ile gücünü daha da arttırdı.
***
Sömürgeci ve barbar devletler; yeniden bağımlı, özgür olmayan ve kendine yaşama hakkı tanınmayan bir Türkiye oluşturmak için günümüze kadar büyük çaba harcadılar. Bu çabalar hepimizin gözleriyle görebileceği çıplaklıktadır. Güçlü bir Türkiye onların emperyalist ve kapitalist düzenlerine engel oluşturuyor, kararlılığı ile mazlum devletlere umut ışığı saçıyordu. Bu nedenle Türkiye’nin bölünmesi ve parçalanması için ne gerekiyorsa yapmalıydılar.
***
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze, çeşitli dönemlerde dış destekli bölücü ve gerici hareketlerin tehdidi altında yaşadık. Dış güçler tarafından potansiyel(gizil güç) tehlike olarak görülen Türkiye, gerçekleştirdiği atılımlar ve jeopolitik konumu itibariyle her zaman gözlerin üstünde olduğu bir ülke olma durumunu sürdürdü. Yaşam hakkı elinden alınmak istenen Türk halkının, geçen zaman içinde kafası karışık ve düşüncesiz bırakılması düşünüldü.
Kafa karışıklığı yaratmak dış güçler için çok önemli bir oyundur. Öncelikle rahat adım atmak istedikleri ülkelerde ve bölgelerde bir kargaşa ortamı yaratılır. Bu ortamın yaratılmasında her türlü hile ve saldırı mübah sayılır. Geçmişten gelen ve henüz etkisini yitirmemiş olan toplumsal sorunlar gündeme getirilir. Etnik, dinsel ve mezhepsel sorunlar kaşınır. Çeşitli kutuplaşmalar gündeme getirilir. Sonra bu karmaşa ortamından yararlanılarak kamuoyunun fark edemeyeceği anlarda, gerçekleştirmek istedikleri planlar yürürlüğe konulur.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu andan itibaren (özellikle de Gazi Paşa’nın ölümünden sonra) toplumsal gerilimlerin odak noktasında yer aldı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ortaya atılan ve desteklenen sağ-sol kutuplaşması sonucunda, vatandaşlarımız nedenini bugün bile tam olarak anlayamadıkları bir biçimde birbirilerini öldürdüler. Aynı silahla sabah bir sağcı, akşam bir solcu öldürüldü. Bu kutuplaşmanın yanı sıra yeni ve yapay kutuplar egemen güçler tarafından ortaya atıldı. Türkiye geçen zaman içinde hem toplumsal, hem etnik, hem dini, hem de siyasi bir kutuplaşmanın ortasına doğru hızla çekildi. Bununla beraber kültürümüz büyük bir yıkıma uğratılarak, Batı kültürü bizlere aşılanmaya başlandı.
Bugün de bu yıkımın uzantıları hızla devam etmekte; Türkiye bir kargaşa ortamına doğru hızla sürüklenmekte, düşüncesiz bırakılmakta ve kültürel boşluğa itilmeye zorlanmaktadır.
Günümüz dünyasında bu tür olayların şiddeti her zaman farklı açılardan gelişim gösterse de kutuplaşmalar ve kavram karmaşaları sürekli yaşanmaktadır. Laiklik, dindarlık, devrimcilik, milliyetçilik, demokrasi, ulusalcılık, ikinci cumhuriyetçilik, yeni-Osmanlıcılık, Kemalizm, Atatürkçülük, Türkçülük… Pek değişen bir şey yok! Sürekli olarak bilgi(!) kirliliği bizlere dayatılıyor. Anlamları çarpıtılan bu kavramlar ile boğuşmaktan gözlerimiz olayların gerçek boyutunu ne yazık ki göremiyor. Bazen hangi görüşte olduğumuza bile kavramlar çerçevesinde karar veremiyoruz. Bilgi kirliliği, kavram karmaşası ve kültürel yozlaşma ile insanlarımız düşünemez ve üretemez hale getiriliyor.
1) DÜNYA TARİHİNDE DİN İSTİSMARI
1923’ten günümüze kadar ülke olarak pek çok toplumsal sorunla karşı karşıya kaldık. Bu toplumsal sorunların temeline baktığımızda çoğunluk ile dış destekli unsurları karşımızda buluruz. Bununla birlikte Türkiye’nin gerek bulunduğu konum itibari ile gerek ise tarihte bıraktığı derin etkiler sebebi ile sürekli olarak dış güçlerin hedef tahtasında yer aldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla Türkiye’nin geçmişte yarattığı ve gelecekte yaratacağı etki, dış güçler tarafından her zaman bir tehdit olarak algılandı. Türkiye’yi etkisiz bırakmak düşüncesi ile hareket eden dış güçler, ülkemizi toplumsal, siyasal ve kültürel bir kıskacın içine çekmeyi başardılar.
Bu kıskaçlardan bir tanesi, belki de en önemli olanı “din istismarı” konusudur. Din her şeyden önce bir inançtır. Dinin toplum ve kişi hayatındaki etkisi ve yönlendirici boyutu insanlık tarihi boyunca hep istismar ve çıkar aracı olarak görülmüş ve kullanılmıştır. Dinin istismar edilerek çıkar elde etme aracı olarak kullanılması pek çok ülkenin, uygarlığın ve devletin başlıca sorunu olmuştur. Günümüz dünyasında din istismarının hangi boyutta yer aldığına bakmadan önce, din istismarı konusunun geçmişteki yansımalarına bakmamızda yarar var.
Ortaçağ Avrupa’sında Kilise ve Din
Karanlık çağ olarak nitelendirilen Ortaçağ Avrupa’sında kilise; sadece ibadetten değil; kişinin güncel yaşamından düşüncesine, sanatından eğitimine kadar her alanda yönlendirici ve baskıcı bir işleve sahip olmuştur. Toprak egemeni, siyasi ve ekonomik gücü yüksek olan kilise, Hıristiyanlığı maddi çıkar elde etme aracı olarak kullanıyordu. Bununla birlikte ticaret yapıyor ve vergi topluyordu. Hatta para karşılığı cennetten tapu bile satıyordu.
Endüstri devriminin gerçekleşmesi ile birlikte, kapitalist üretim araçları ve oluşan yeni kurumlar kilisenin baskıcı uygulamaları ile çelişiyordu. Kilise ekonomik çıkar elde etme amacıyla dini kullanıyor ve insanları eğitimsiz bırakarak geniş bir geri kalmışlık sergiliyordu. Bu olay kapitalizmin gelişimi önünde büyük bir engel oluşturdu. Kapitalizm kiliseyi ekonomi, siyaset ve eğitim alanı başta olmak üzere pek çok alandan uzaklaştırdı. Yeni düzenle birlikte hızlı bir gelişim sağlanmış, insan hak ve özgürlükleri gündeme gelmişti. Din ve vicdan özgürlüğü ise hızla gelişti.
ABD’nin kuruluşunda ilan edilen Virginia İnsan Hakları Bildirisinde vicdan özgürlüğü vurgusu yapıldı. Bu bildiriden kısa bir süre sonra Fransız ihtilali patlak verdi. Yayımlanan insan hakları bildirisinde şu ifadelere yer verildi.
“Hiç kimse, dini bile olsa kanılarından ötürü rahatsız edilmemelidir.”2
İslam, Yönetim ve Siyasal İslam
İslam dini hakkında diğer dinlerde de olduğu gibi, geçmişten günümüze sürekli bir tartışma ortamı yaratılmıştır. Bu tartışmaların elbette ki merkezinde din istismarı vardır. Dinin istismar edilmesi sonucunda Müslümanlık hurafeler ile doldurulmuş, aynı Hıristiyanlıkta olduğu gibi pek çok konu din adamlarının tekeline bırakılmıştır.
Diğer dinlerde olduğu gibi İslam dininde de din üzerinden güç ve çıkar elde etmek isteyen kimseler türemiştir. Laiklik ve din istismarı konusunu irdelediğimizden ve de dinin doğru anlaşılarak kişiye özgü bırakılmasını düşündüğümüzden bunu destekleyecek tarihi olayları tüm çıplaklığı ile göz önüne getirmemiz gerekmektedir.
***
Tanrı tarafından apaçık olarak nitelendirilen Kuran, en çok kişinin aklını kullanması gerektiğini vurguluyor. Kitapta açıklama getirilmeyen konularda, olayın kişinin kendi düşüncesine ve isteğine bırakıldığı belirtiliyor. Bu yüzden hüküm içermeyen konular, kişinin özgür iradesine bırakılmalıdır. Toplumu ilgilendiren durumlarda ise, konunun bilimsellik temelinde incelenmesi sağlanmalıdır.
İslam’da istismar edilen önemli konulardan bir tanesi de devlet ve toplum yönetimidir. Tarih boyunca kendi kişisel çıkarlarını ve görüşlerini geçerli kılmak isteyen kişiler ve çevreler, Allah’ı ve dini kullanarak insanlığı yönetmeye çalışmışlardır. Bu tür insanlar elbette ki iğrenç ve fena kimselerdir.
Örneğin kadının cumhurbaşkanı veya başbakan seçilmesini dini hükümlere bağlamaya çalışarak haram kılan bazı çevreler, kadının seçme ve seçilme hakkının olamayacağını belirtmeye gayret göstermişlerdir. Bununla birlikte kadını eve kapatmışlar, eğitim görmesinin dinen sakıncalı olduğu yalanını ortaya atmışlardır. Bu çevreler Kuran’ın getirmediği bir yasağı varmış gibi göstererek, bir toplumun yarısını oluşturan kadını pek çok görevden ve insanlık adına hizmetten mahrum bırakmıştır. Bir başka örnek verecek olursak; kurtuluş savaşımızda padişahın buyruğu ile Şeyhülislam, Yunanlıları Allah’ın ordusu göstermiş ve milli mücadeleyi karalayan fetvalar vermiştir. Pek çok konu tarihte din adına istismar edilmiştir ve günümüzde de edilmeye devam etmektedir. Peki, son dinin yeryüzüne indiği yıllarda uygulanan yönetim biçimi neydi? Devlet insanların hayatında nasıl bir yerdeydi? Şimdi de bu sorulara yanıt bulalım:
İslam dininde eşitlik ve adalet kavramları temeldir. Hz. Muhammed ve ilk Müslümanlar zamanında adalet sağlama; söylendiği gibi din adamlarına verilen bir görev değil, aksine hukuk bilginlerine (müçtehit) verilen bir görevdi. Bununla birlikte o dönemde, adaletli ve eşitlikçi bir biçimde tüm halkın temsil edildiği halk meclisleri oluşturulmuş ve devlet adamları meşveret denilen bu meclislerde devletin geleceğine ve yapısına yönelik kararlar almışlardı.
Devlet adamları zamanla bu kuralları kaldırarak, halife ve padişah benzeri isimler kullanıp baskıcı ve yönlendirici bir yapı oluşturdu. Başa gelen devlet adamları halka zorbalık yaparak, halkın yönetime katılmasını engellediler. Hatta bu padişahlar ve halifeler, Allah’ı ve dini kendi kişisel çıkar ve ihtiraslarına alet ederek sınırı aşıp, kendilerini “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” ilan etmişlerdir.
Maalesef ki, din istismarı ile insanlık sürekli geriye doğru gitmiştir. Bu geri kalmışlığın ve hastalığın üzgünüz ki günümüzde de uygulayıcıları ve istek sahipleri vardır. Bu kişiler dini siyasete alet ederek çıkar umuyorlar. Yirmi birinci yüzyılda bile geniş halk kitleleri siyasi partilerin din istismarına ne yazık ki kanıyor.
3) DİN İSTİSMARININ TÜRK DÜŞÜN HAYATINA GİRİŞİ
Türklerin Yönetim Geleneği ve Din
Türkler, geçmişten bu yana her zaman eşitlik ve adaletin en üst noktada temsil edildiği ender milletlerden bir tanesidir. Tarihte pek çok devlet kurmuş olan Türk Milleti, yönetim anlayışı bakımından gelişkin bir yapıya sahiptir. Bu yapının uzun yıllara dayanan bir temeli vardır.
Göktürklerde halkın doğrudan yönetime katılması ile oluşan toylar(halk meclisleri) vardı. Göktürk toyları tamamen halkın refahı ve mutluluğu için çaba harcardı. Katılımcı demokrasi ile yönetilen halk üzerinde, hiçbir baskı ve yönlendiricilik söz konusu olmuyordu. Türklerin geliştirdiği yönetim biçimi ne Fransız cumhuriyetçiliğine, ne de İngiliz Parlamentarizmine benziyordu. Bu meclislerde tamamen eşitlikçi ve özgürlükçü anlayış hüküm sürüyordu. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk meclisi de yeryüzündeki en demokratik meclisler arasında gösterilebilir. Birinci meclis yönetim anlayışını Göktürk Toylarındaki halkın yönetime katılımından, Anadolu’nun Ahi kardeşliği ve paylaşımcılığından ve de İslam’ın meşveret meclislerindeki danışma geleneğinden alıyordu.
Ayrıca ilk Türk Devletleri dini, hiçbir zaman yönetim ve devlet işlerine katmıyor, bir inanç sömürüsü olarak kullanmıyordu. Yani Eski Türklerde din olması gerektiği gibi tamamen bir inanç meselesi idi. Eski Türklerde din hiçbir zaman bir istismar konusu olarak kullanılmamış, kurulan Türk Devletlerinde dini özgürlükler her zaman en üst derecede yer almıştı.
Türklerde yönetim hep millet içindi. Bunun içindir ki Bilge Kağan Göktürk Yazıtlarında; “Türk Milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım”3 demiştir. Eski Türklerde yönetim anlayışı hiçbir zaman bu durumun aksi tavır sergilemedi.
Hilafet Makamı ve Osmanlı Devleti
Halifelik kurumu yedinci yüzyılda Hz. Muhammed’in vefatı ile birlikte ortaya çıktı. Hayatını kaybeden Hz. Muhammed’in kurduğu devlet başsız kalmış ve devrin Arap büyüklerinden oluşan danışma meclisi, Hz. Ebubekir’i devletin başına geçirmişti. Hz. Ebubekir ile birlikte devletin başına gelen yöneticilere “halife” denildi. Ancak o dönemde halifenin hiçbir dinsel(ruhani) yetkisi yoktu. Halife ve hilafet makamı tamamen siyasi idi. Zamanla devletin başına gelen devlet başkanları hilafeti, kendi kişisel ihtiraslarını gerçekleştirmek ve yetkilerini genişletmek için bir aracı kurum olarak kullandı. On beşinci yüzyıla kadar değişik dönemlerde Araplar arasında gerginlikler yaşandı. Bu yüzyılda hilafet merkezi İstanbul’a taşınmış oldu.
Halifeliğin Osmanlı Devletine geçmesine koşut(paralel) olarak, devletin de çöküş süreci başladı. Osmanlı Devleti, halifeliğin evrenselliğini kullanarak bütün dünya Müslümanları üzerinde etki sahibi olmak için halifeliği bir siyasi makam olarak kullandı. Bunda elbette gerileme sürecini durdurmak amaçlı bir siyasi düşünce vardı. Ayrıca halk üzerinde etkili olmak isteyen padişahlar, bu kurumu, dengeyi ve otoriteyi sağlamak amacıyla da kullandılar.
Hilafet makamında olduğu gibi hurafe ve sömürüler ile dolan din, tamamen bir çıkmaza girdi. Tanrıdan gelene insandan gelenin eklendiği din, çoğunluk ile İslam dininin tebliğlerine aykırı idi. Özünde kolaylık olan ve samimiyet ile maneviyata önem veren Müslümanlık, şekil ve kalıba sığdırılmak istendi. Bu durum gericiliği ortaya çıkararak, Osmanlı Devleti’nin çöküşünde baş etken oldu. Birinci Paylaşım Savaşı ile birlikte Osmanlı Devleti geri kalmış yapısı ile çağa ayak uyduramadı.
4) TÜRKİYE VE DİN İSTİSMARI
Kurtuluş Savaşı sırasında din yine çıkar aracı olarak kullanılmış ve istismar edilmişti. Milli mücadeleyi yok etmek isteyen ve milli mücadeleyi karalama üzerine fetvalar verdirten Padişah Vahdettin, kendi kişisel ihtirasları ve tahtını koruma düşüncesiyle ile birlikte haince bir davranış sergileyerek, kendi çıkarlarını halkının üzerinde görmüştü. Bu sebeple de halifeliği bir güç olarak kullandı. Verilen fetvalar ile Mustafa Kemal ve arkadaşları idama mahkûm edilmiş, milli mücadelenin karalanarak yok edilmesi düşünülmüş ve hatta Yunan orduları İslam’ın ordusu olarak ilan edilmişti.
Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte gerici faaliyetlerin üzerine kararlılıkla gidilmiş ve bu faaliyetler önemli ölçüde yok edilmişti. Ancak, bu sanıldığı kadar kolay olmadı. İstismar edilen dinde bilim ve fen konuları günah sayılmış ve eğitimsiz bırakılan halk üzerinde baskı kurulmuştu. Cahil bırakılan halk hurafeler ile dolu olan dini bilgiler ile donatıldı. Böyle bir yapıyı bir anda yok etmek neredeyse mümkün değildi. Mustafa Kemal her işte yaptığı gibi uygulamaları birtakım evrelere ayırıyor ve olayların gelişiminden yararlanıyordu. Bu konuda halk desteğini arkasına alır almaz, etkili bir mücadeleye girişti. Mücadelesini akılcı ve dengeli bir biçimde gerçekleştirdi. İstediğini yaptı ve büyük ölçüde gericilik düşüncesini yok etti. Ancak gericilik düşüncesi tamamen yok edilemedi. Atatürk yaşamı boyunca yeraltına çekilen bu düşüncenin yeniden hortlamasına izin vermedi.
Milli iradenin hâkim olması ile birlikte Mustafa Kemal, dini çıkar aracı olarak kullanan bu düşünceye sahip olan insanları şu şekilde nitelendirdi:
“Din gerekli bir kurumdur. Dinsiz ulusların devamına olanak yoktur. Yalnız şurası da var ki, din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfın din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi yarar sağlayanlar iğrenç kimselerdir.” 4
Atatürklü Yıllar ve Laiklik
Ülkemizde Laiklik kavramı sürekli tartışma konusu olmuştur. Bazı kişiler ve çevreler “kişinin hem laik, hem Müslüman olamayacağı” görüşünü benimsemiş, kimileri ise İslamiyet’in aslında Laik bir din olduğunu söylemiştir.
Bu konuda İslam tarihini iyice araştırdığımızda gerçekleri tüm çıplaklığı ile görebiliyoruz. İçeriğinde en çok apaçık ve inananlara bir mesaj olarak nitelendirilen Kuran, hiçbir şekilde yönetim şekli ve işleyişi konusunda ayrıntı vermez. Kuran’ın hüküm vermediği konularda tercihin bizlerde olduğunu daha önce söylemiştik. Yönetim anlayışı konusu bu yüzden çağın gereklerine uygun bir şekilde açıklanabilir. Ancak temeli çürütülemeyen gerici hareket, Kuran’a aykırı hareket etmeye devam etmiş ve İslam’ın Laiklik ile bağdaşamayacağını öne sürmüştür. Cumhuriyetin kurulduğu yıldan itibaren Türkiye, bu zihniyete karşı sürekli bir mücadele vermiştir. Dış destekli gerici hareketler cumhuriyet döneminde büyük ölçüde ezilmiş ve bu uğurda önemli mücadeleler verilmiştir.
Olayları daha iyi kavrayabilmemiz açısından Laiklik kavramını daha da açmak zorundayız. Laiklik tanımı Türkçeye Latincedeki “halka ait” anlamına gelen laicos sözcüğünden çağrışımla geçmiştir. Laiklik sözcüğü ilk kez 1927 yılında CHP’nin 1. Kurultayında tüzüğe giriyor. 1931 yılında CHP’nin 3. Kurultayında ise ilk kez tanımlanıyor. CHP’nin tüzüğünde yer alan Laiklik hakkındaki maddeye bir göz atalım:
“ Din anlayışı vicdana ilişkin olduğundan parti, din düşüncelerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, ulusumuzun çağdaş ilerlemede başarılı olmasının başlıca etkeni görür.” 5
Laiklik kavramı Türkiye’de, dünyadaki diğer uygulamalarından farklı olarak ele alınmıştır. Laiklik, salt olarak din ve devlet işlerinin ayrılması olarak kabul edilmemiş, aynı zamanda dinin bir vicdan özgürlüğü olduğu düşüncesini de içinde barındırmıştır. Bunu yukarıdaki tüzük maddesinde de görebiliyoruz. Bu farkladır ki Türkiye’de Laiklik anlayışı diğer ülkelerdeki örneklerinden farklı biçimde yerine oturtulmuştur. Laiklik ilkesi son olarak 13 Şubat 1937 yılında anayasada "Türkiye devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve devrimcidir"6 biçiminde yer almıştır.
Laiklik kavramını apaçık olarak nitelendirilen Kuran ile karşılaştırdığımızda, İslam dininin Laikliği benimsediği düşüncesine varabiliriz.
***
Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” devrimlere ve ismi konmamış Laikliğe karşı önemli başkaldırılardan bir tanesidir. Nitekim bu parti, Türkiye Cumhuriyet’inde din temelli kurulan bütün partilerde olduğu gibi dış desteğe hemen kavuşmuştu. Londra’da yayımlanan 14 Kasım 1924 tarihli Times Gazetesi Terakkiperver Fırka ile ilgili olarak, “Türkiye’deki İngiliz çıkarlarının korunma umudunun bu partinin başarısına bağlı olduğunu”7 söylüyordu. Daha sonra Atatürk tarafından Fethi Okyar’a kurdurulan “Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın” üzerinden de siyasallaşmaya çalışan gerici unsurlar olmuştu. Bu partilerin kapatılması ile gerici unsurlar gücünü bir ölçüde kaybetmişti. Ardından bu hareketin; tekke ve zaviyelerin kapatılması, eğitimde öğretim birliği, şapka ve giysi devrimi gibi ileri hareketler ile büyük ölçüde önü kesildi. İrticai hareket yeraltına çekilmek zorunda kaldı.
Karşı Devrim
Tam olarak önü kesilemeyen irtica, Atatürk’ün ölümüyle buna çanak tutan iktidarlar tarafından tekrar saklandığı yerden çıktı. Atatürk’ün Nutuk’ta şiddetle eleştirdiği ve ön adlarını İlerici Cumhuriyet olarak koyan Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk takiye8 yapan siyasi partisi olma özelliğini taşıyan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının” kurucuları Atatürk’ün ölümünün hemen ertesinde 1939 yılında CHP’den milletvekili seçilmişlerdir. Kurtuluş savaşında vatana büyük hizmet eden Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay maalesef ki “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” ile bizlere kötü bir hatıra bırakmış, cumhuriyet’e karşı ise büyük bir hata işlemişlerdir.
Atatürk’ün ölümünden günümüze kadar irticai faaliyetleri işlediğimiz yazımızın bu bölümünde Lozan Barış Antlaşmasını imzalayan eşsiz komutanlardan İsmet İnönü, gerici faaliyetleri canlandıracak, yüreklendirecek ve örgütlenmesine katkıda bulunacak bir hamle gerçekleştirir. 16 Şubat 1947 yılında gerçekleşen bu olayı, Çetin Yetkin’in “12 Eylül’de İrtica” adlı kitabından öğrenelim:
“ Okullarda din dersleri okutulması ve dini meslek okulları açılması işini incelemek üzere seçilen parti komisyonu toplantılarına başlamıştır. Komisyonun başkanlığına B. Tahsin Banguoğlu, kâtipliğine de B. Sedat Pek seçilmişlerdir. Cumartesi ve Pazar günü toplantı yapan komisyon şu kanunları ele almıştır:
1) Okulların son sınıflarında ihtiyari olarak din dersleri okutulması,
2) İmam hatip ve vaiz yetiştirmek üzere orta dereceli meslek okulları açılması,
3) Yüksek din adamları yetiştirmek üzere üniversitelerimizde İslam İlahiyat Fakültesi açılması.” 9
Bununla da yetinilmemiş, 1926’da 677 sayılı yasa ile kapatılan tekke ve zaviyeler, “Bugün cehalet sebebiyle yer yer bazı batıl itikatlara rast gelinse bile bunlar artık halkın yolunu şaşırtacak bir tesire sahip değildir” gerekçesiyle, konu TBMM’de 1 Mart 1950’de görüşülerek yeniden açılmıştır. 10
Görüldüğü gibi Atatürk sonrasında gerici faaliyetler, yapılan hatalar ile hızla yükselişe geçmiştir. Çok partili sisteme geçilmesi ile demokratikleşme sürecine girilmiş ve irticai hareket daha da güç kazanmıştır. 12 Eylül 1980 darbesi ile birlikte gerici hareketin ivmesinde büyük bir artış gerçekleşti. Her ne kadar 12 Eylülcüler Atatürkçü ve Laik bir duruş sergiliyoruz deseler de, uygulama da tam tersi davranışlar gerçekleştirdiler.
Sonuç
Türkiye’de din istismarı konusu uzun yıllara dayanan, kanayan bir yaradır. Batı tarafından maddi ve manevi destek sağlanan gerici unsurlar ülkemizde inanılmaz derece de örgütlenmişlerdir. Bugün pek çok cemaat ve tarikat vardır. Bu tarikat ve cemaatlerin pek çoğunun şirketleri, öğrenci yurtları, dershaneleri, özel okulları, üniversiteleri, örgüt evleri vb. vardır. Bu cemaatler aracılığı ile gencecik beyinler yıkanıyor ve istismar edilen din ile tarikat şeyhleri ve cemaat önderleri rahat bir şekilde yaşıyor.
Diğer karmaşık konu ise Laiklik kavramıdır. Bu konuda da tam bir toplumsal anlaşmaya henüz varılamamıştır. Laiklik, laikliği savunduğunu zannedenler ile laiklik düşmanları arasında kalmıştır.
Günümüzde pek çok sözcüğün anlamının bilinçli olarak içinin boşaltıldığı gibi, bugünde Laiklik, Dindarlık, İslam gibi sözcükler farklılaştırılıyor. Bu sayede halk arasında bir anlam karmaşası oluşturuluyor. Bu karmaşa neticesinde laik-dindar kutuplaşması anlamsız bir biçimde gerçekleşiyor. Yeşil Kuşak Projesi kapsamında Türkiye’de İslam’ın özünü kavrayamayarak, İslam’ı siyasallaştırıp bundan menfaat elde eden ve kendisini dindar olarak takdim eden insanlar, bu kutuplaşmanın bir tarafını oluşturmaktadır. Sovyetlere karşı oluşturulan bu bloğun bir kısmı, Sovyetlerin yıkımından sonra yönünü Batıya çevirdi. Bu sebeple Batı’da İslami Fundamentalizm tehdit olarak algılanmaya başlandı. Okun yönünün kendisine çevrildiğini gören Batı, Ilımlı İslam adı altında yeni bir sistem geliştirmeye başladı. İslami öğretilere uygun davranmayan ve dini siyasete dâhil eden İslam cahili köktenci kesim ise, kendisini İslam’ın savunucusu sayıyor ve Batının kışkırtmasıyla Atatürk’e ve Laikliğe cephe alıyordu. İslam’ın özünde Laikliğin olduğunun farkına bile varmadan kendilerini İslamcı olarak sınıflayan kesimin davranışlarının İslam’la alakasının olmadığı açıktır. Cumhuriyetin temel kazanımlarına karşı olan Batı, bu köktencileri çok iyi kullandı ve oluşturacağı kutbun bir tarafına yerleştirdi.
Kutbun bir diğer tarafında ise, Laikliğin özünü kavrayamayan, sözde Atatürkçü ve Laik geçinen diğer bir kesim ise yine Batı’nın amaçları doğrultusunda hareket etti. “Ne kadar cami açılırsa, o kadar meyhane açarak Laikliği savunabiliriz”11 diyecek kadar Laiklik ve İslam cahili olan bu sözde Atatürkçüler, Atatürk’ü ve Laikliği hiçbir şekilde anlayamamıştır.
Son olarak her iki tarafa da söyleyeceğimiz tek bir söz vardır. “Laiklik dinsizlik değildir. Laiklik dinsizlik olmadığı gibi bağnazlıkta değildir.” Laiklik kavramı üzerinden hatalara düşmek ülkemizi çok derin sıkıntıların içerisine doğru çeker. Ülkemiz o kadar dış ve iç tehditle meşgulken bu konuyu en azından kendi içimizde kutuplaştırma yaratmadan çözmemiz gerekmektedir. Bu çözümü ise, gelecek arayışı içinde olan biz gençler çözeceğiz.
Dipnotlar
1) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (1906–1938), ATAM Yayınları, Baskı Yılı: 2006, Sayfa:1
2) Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, 26 Ağustos 1789, Paris – 10. Madde
3) Göktürk Yazıtları, Bilge Kağan Yazıtı
4) Türk Devrim Tarihi 3/2, Prof. Dr. Şerafettin Turan, Bilgi Yayınevi, ,1. Baskı, Temmuz 1996, Sayfa 46
5) Prof. Dr. Şerafettin Turan, a.g.e., Sayfa 48
6)http://www.belgenet.com/parti/chpkurultay.html
7) Komitern Belgelerinde Türkiye–3, Kaynak Yayınları, 2. Basım, Sayfa 46–47 akt; Atatürk ve Türk Devrimi, Metin Aydoğan, Umay Yayınları
8) Takiye: Gizleme, olduğundan farklı görünme, TDK Türkçe Sözlük, 10. Baskı, 2005, Sayfa 1891
9) 12 Eylül’de İrtica, Prof. Dr. Çetin Yetkin, Ümit Yayıncılık, 1. Baskı, Ağustos 1994, Sayfa 13
10)TBMM Tutanak Dergisi, C. XXV / 1. Dönem 8, Toplantı 4, Birleşim 57, 1 Mart 1950, Sayfa 177,36 akt; Prof. Dr. Çetin Yetkin, a.g.e. sayfa 13
11) Mankurtlaştırma Süreci, Dr. İkram Çınar, Anı Yayıncılık, Şubat–2006, Sayfa 45
Yararlanılan Kaynaklar
1) 12 Eylül’de İrtica; Prof. Dr. Çetin Yetkin, Ümit Yayıncılık, 1. Baskı, Ağustos 1994
2) Atatürk ve Türk Devrimi; Metin Aydoğan, Umay Yayınları, 4. Baskı, Mart 2006
3) Türk Devrim Tarihi; Prof. Dr. Şerafettin Turan, Bilgi Yayınevi, ,1. Baskı, Temmuz 1996
4) Türk Uygarlığı; Metin Aydoğan, Umay Yayınları, 1. Baskı, Mart 2006
5) Uydurulan Din ve Kuran’daki Din; Kuran Araştırmaları Grubu, İstanbul Yayınevi, 6. Baskı, Ekim 2004
6) Siyasallaştırılan Din-Dinleştirilen Siyaset; İhsan Özkes, Otopsi Yayınevi, 1. Baskı, Eylül 2003
7) Din, Toplum ve Atatürk; Ercüment Demirer, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Baskı, Aralık 1999
KAYNAK: Türkçe Yaşam Dergisi 4. Sayı'da yayımlanmıştır.
Ağ Ortamında Okumak için: http://www.laik.kemalist.org/index.php?news=95
Devamı
Şub 07 2007
Koç Başı Damgasının Sosyo-Kültürel Önemi Yazar: Mustafa AKSOY [PDF] [Yazdır] [E-posta]
Yazar TDTKB
Perşembe, 08 Şubat 2007
Koç Başı Damgasının Sosyo-Kültürel Önemi
Türk halı-kilimlerinin genel karakteristik özelliğini koç başı damgasının oluşturduğunu düşünüyoruz. Bu damga en canlı ve farklı üsluplarla bütün Türk dünyasında görülmektedir. Mezar taşlarından söz ederken tekrar ele alacağımız üzere Çay’a göre, koç başı damgalarını Türk hayvan üslubunun en güzel karakteristik üslubu olarak en yalın biçimiyle Japonya’dan Anadolu’ya kadar olan Türk mezar taşlarında görmek mümkündür 1 . “Oğuz boyları damgalarının Anadolu’da hayvanlara vurulduktan başka halı-kilim damgası olarak kullanıldığını, aşı boyası ile evlerin duvarlarına resmedildiğini, kap kacağa ve nazar değmemesi, uğur getirmesi için bazı giyim eşyasına konulduğunu ve hatta mezar taşlarına bile çizildiğini biliyoruz” 2 . Sümer’in bu görüşlerinin doğru olup olmadığını tespit etmek için elinizdeki eserdeki fotoğraflara bir göz atmak sanırız yeterli olacaktır. Bilindiği üzere Göktürkler’de en önemli kurban hayvanlarını başta at ile dağ koyunu ya da koçun teşkil ettiği ve bunlardan atın göğe, koçun da toprağa kurban edildiği bilinmektedir 3 . Rasonyi’ye göre de Yenisey boylarında ve bir müddet Moğolistan’da yaşayan Kırgızlar’ın keçe cinsinden halılarının üzerindeki damgalar koç başı damgalarıydı 4 . Türk cumhuriyetlerinde anlatılan Dede Korkut destanlarında da birçok defa attan “aygır”, deveden “buğra”, koyundan “koç” kurban edildiği zikredilmektedir 5 .
Kazakistan’da Dede Korkut’a Korkut Ata derler. Korkut Ata’nın esas mezarı Seyhun nehrinin taşması sonucu sular altında kalmıştır. Temsili mezarı ise nehirden zarar görmeyecek şekilde bir tepenin başında yapılmış olup, mezarına varmadan büyük bir koç heykeli sizi karşılar. Korkut Ata’nın bu mezarı Kızılorda-Aral yolu üzerinde Kızılorda’ya 150 km de olan Jusalı kentinden Seyhun nehrine doğru 25. km de olup, mezarın üzerindeki borulardan rüzgarın hızı ve yönüne göre ney, tambura, davul, kopuz, tar gibi birçok müzik aletinin sesini dinlemeniz mümkündür.
Hunlar’da tanrılara kurban edilen hayvanların arasında en makbul olanı “koç”tu. Ayrıca Türkler’de kurban hayvanlarından, özellikle “at” ve “koç” mezar taşı olarak da kullanılmıştır. Öbür yandan Altaylar’da VIII. ve X. Yüzyıllara ait bir mezarda erkeğin yanında at, kadının yanında da koç bulunmuştur 6 . Elinizdeki eserde de görüldüğü üzere Türkler koç başını çeşitli eşyalarına işlemekten de uzak kalmamışlardır. Mesela “koç başı ya da boynuz nakışı Oğuzlar, Avarlar, Kırgızlar, Karakalpaklar, Çuvaşlar, Bulgarlar ve daha birçok Türk topluluklarında az değişikliklerle her çeşit malzemeyi süslemek için kullanılmıştır” 7 .
Yukarıda da söz edildiği gibi koç başı damgası adeta Türk kültürün bir mührü gibi hâlâ Anadolu’dan Altaylar’a kadar olan çeşitli mezar taşlarında ve halı-kilimlerde varlığını sürdürmektedir. Ayrıca Anadolu’da geleneksel anlayışa göre dokunan halı ve kilimlerdeki hakim damga koç başıdır. Mezar taşlarındaki koç başı damgası de özellikle Doğu Anadolu mezarlarında olup, koç heykelinin en son örneklerini de Tunceli ilindeki mezarlıklarda görmekteyiz. Önemli bulduğumuz bir makalede ise “Anadolu’daki koç, koyun heykellerinin Akkoyunlular’la, Karakoyunlulara ait oldukları öteden beri kabul edile gelmiştir... Anadolu’daki koç ve koyun heykellerinin Akkoyunlular ve Karakoyunlular’ın hakim oldukları sahalarda bulunmaları yukarıdaki fikri doğrular” 8 denilmektedir. Gerçekten de bulunan heykellerin yaşları ve bulundukları alanlar yukarıdaki görüşü doğrular niteliktedir. Fakat elinizdeki çalışmaya göre, Altay dağlarından Anadolu’ya kadar Türk kadınlarının halılarına, kilimlerine dokudukları koç başı damgaları ile Kazakistan’daki mezarlar ve türbelerdeki koç başlarını veya Türk coğrafyasındaki koç başı damgalarını nasıl izah edebiliriz? Bu nedenle koç başı damgasının yeniden değerlendirilmesi gerektiğine inanmaktayız. Öte yandan Diyarbekirli’ye göre, koç başı damgası Türkler tarafından Hunlar’dan beri kullanıla gelmiş olup, bu damga “türbede önemli bir adamın hatta bir mukaddes kimsenin yattığına delalet eder” 9 . Esin de bu konu hakkında şunları ifade eder: "Zoomorfik motiflerden,oturmuş koç heykelleri de Siwet-ulan ve Moğolistan’daki Gök-Türk muhitine has görünmektedir. Bunların bilhassa mezarlarda bulunması, henüz daha anlaşılmamış bir mana ifade etmiş olsa gerek.Tabgaç mezar taşındaki koç başlı ejdar tasvirini de bu münasebet ile hatırlıyoruz. Siwet-ulan üslubunda, bir çift karşılıklı koç heykeli Kül Tigin külliyesinde, yazılı taşın bulunduğu avlunun girişinde durmakta idi. Bu koç heykelleri, Türk mezarlarının bir hususiyeti olarak, Türklerin göç ettiği yollar boyunca dizilmiş ve Mangışlak'dan geçerek Anadolu'ya kadar uzanmıştır 10 . Gerçekten de Kazakistan ve öbür Türk cumhuriyetlerindeki önemli türbelerin üzerlerinde, mezar taşlarında ve mezarların duvarlarında koç başı ya da koç başı damgalarını sıkça görmek mümkündür.
Kazakistan’da koç erlik, yiğitlik ve bağımsızlık damgası olarak bilinir. Eskiden Kazak askerleri dizlerindeki, göğüslerindeki ve ellerindeki kalkanlarında koç damgası taşırlarmış. Bu anlayışı Kırgızistan’ın Talas kentindeki Manas bölgesinde bulunan Manas Destanı’nın kahramanının türbesinin olduğu yerde de tespit ettik. Mesela Manas’ın kalkanında, yayında giydiği eşyalarda hep koç başı damgaları vardır. Kazakistan’da koça “koçkar” derler. Ayrıca “koçkar”ın başı kutlu olup insanları kötülüklerden korumak için nazarlık olarak da kullanılır. Anadolu’da özellikle Karadeniz bölgesinde de aynı anlayış hakimdir. Bunun örneklerini oralardan göç ederek İstanbul’a yerleşmiş ailelerde de görmek mümkündür. Kazakistan’da kurban olarak koç kesilmişse koçun başını ancak baba parçalar ve çocuklarına dağıtır. Baba evde değilse, koç başı parçalanmadan haşlanmış olarak bekletilir. Fakat evde Ata baba (dede) varsa veya dede oğlundan ayrı bir evde oturuyor olsa da koç başını parçalama hakkı dedenindir. Ancak dede izin verirse oğlu koç başını parçalayabilir. Cenaze ya da “toylar” (çeşitli törenler) da koç kurban kesilirse, koçun başını parçalama hakkı o cemaattaki en yaşlı ve saygıdeğer kişinindir. Bu insan koç başını parçaladıktan sonra koçun kulağını oradaki yaşça en küçüğe verir. Bunun anlamı “çok dinle az konuş” demektir. Sonra parçalanmış koç başından sırayla herkes bir parça alarak parçalama işlemi sona erer. Bu bilgiler koç başının önemi hakkında bize bazı ip uçları vermektedir. Fakat niçin başka hayvan değil de koç dediğimizde doğrusu, doyurucu bilgi alamadık. Denilenler şunlardan ibaretti: Koç ilk kurbanlık hayvandır. At bizim için çok önemli olduğundan onu sık sık kesemezdik. Ayrıca bizim burada keçi, inek gibi hayvanlar fazla değildir. Sonuç olarak, arkeolog ve sanat tarihçileri ile sosyolog, özellikle antropologların koç ve koyun hakkında yapacağı çalışmalar, sanırız Türklerin sosyal tarihine önemli bilgiler katacaktır.
1 - ÇAY, A., Anadolu’da Türk Damgası, Ankara, 1983, s. 34.
2 - SÜMER, F., Oğuzlar, Ankara, 1972, s. 206,207.
3 - DİYARBEKİRLİ, N., Hun Sanatı, İstanbul, 1972, s. 92.
4 - RASONYİ, L., a.g.e., s. 42.
5 - GÖKYAY, O. Ş., Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul, 2000, bir çok yerde.
6 - DİYARBEKİRLİ, N., a.g.e., s. 92, 93.
7 - DİYARBEKİRLİ, N., a.g.e., s. 93.
8 - KARAMAĞRALI, B., “Koç Koyun ve At Şeklindeki Mezartaşları”, Anadolu’da Türk Mühürü, Ankara, 1993, s. 18. Ayrıca bk: Aksoy, M., a.g.m.
9 - BOZKURT, N., Sanat ve Estetik Kuramları, İstanbul, 1992, s. 259.
10 -
ESİN, E., "Ötüken İllerinde M. S. Sekizinci ve Dokuzuncu Yüzyıllarda Türk Abidelerinde San'atkar Adları", Türk Kültürü El-Kitabı, Cilt II, Kısım Ia, İstanbul, 1972.
Kaynak: http://www.sosyalbilimler.org/default.asp?inc=dmg&altmn=10
Devamı
Son Güncelleme ( Pazar, 03 Mayıs 2009 )
Şub 06 2007
Göktürklerden günümüze Türk Halk İnançları'nda Kurt Yazar: Yaşar KALAFAT [PDF] [Yazdır] [E-posta]
Yazar TDTKB
Salı, 06 Şubat 2007
Göktürklerden Günümüze Türk Halk İnançlarında Kurt
Yaşar KALAFAT
Göktürklerden geldiği bilinen iki destandan biri Bozkurt Destanı ve diğeri Ergenekon destanıdır. Her ikisi de kurttan türemiş olunduğunu gösteren bu efsanelerin, biz günümüze ulaşabilen ve şekil değiştirip Türk dünyasının muhtelif mekânlarına uyum sağlayan uzantılarından hareketle, kurdun Türk inanç sistemindeki yerini belirlemeye çalışacağız [1][1].
Erken devir Türklerinde en önemli hayvan sembollerden birisi kurttur. Türklerde türenilen varlık olarak sayılan kurtlar daha ziyade Gök menşeli olarak kabul edilmiştir. Erkek kurt resimleri, kaya resimlerinde (petroglifler) şaman ve kam aletleri ve elbiselerinin üzerinde yer almıştır. Zamanla kurt, devlet, hükümdarlık ve yiğitlik gibi kavramlarla ilişkilendirilmiştir. Göktürk ve Uygur devri Türk freskolarındaki kurt başlı bayrak tasvirleri görülmektedir. Burgut Abidesi ile Buncikeş saray freskoda görülen erkek ve dişi kurtlar türeme efsanelerinin sanata yansımasıdır. Oğuz’a yol gösteren gök yeleli erkek Kurt’un güneşten çıkmış olması Kültigin Kitabesinin doğu tarafından “Tanrı güç verdiği için babam hakanın ordusu Kurt gibi düşmanı koyun gibi imiş” gibi ifadeler Kurt’un Gök ehli olduğuna işaret etmektedir [1][2].
Türkler zevk, düşünce ve inanışlarına göre bazen bir renge ilahi bir boya da vermişler ve onu Tanrının rengi gibi görmüşlerdir. Uygurca Oğuz Kağan Destanı’nda “Ufukta bir Kurt (Börü) görünür. Oğuz Kağan’ın ordusu kurdu izler, kurt bir yerde kayıp olur. Oğuz hakan Tanrı bizim buraya gelmemizi buyurdu, deyip orada durur.” Gök Kurt, Tanrının alameti ve habercisi gibi Türklere yol göstermiştir [1][3]. Mavi şeye karşı saygı bütün Türk halklarında vardır. Eski inançlara göre bu renk Tanrı rengidir. “Gök” kelimesi genel olarak yaşamak yenilenmek gençleşmek yeşermek anlamını verip göyermek bu anlamdadır.
Nuh Efsanesinde Tufan’dan sonra Nuh’un oğlu Yasef’e de Turan denilen Türk toprakları düşer ki, efsanelerde Türkler bu Yasef’ten gelmiştir. Yafes’in oğullarından birisinin ismi Maruh ve Onun Lakabı Türk’tür. Türkçe’yi ilk defa ortaya çıkaran bu kişidir. Bundan dolayı kendisine Türk denilmiştir [1][4].
Çin kaynakları Kök Türk Kağanlığı Fetret devrinden çıkarken liderliği üstlenen yol gösteren A-shih-na (Aşina) ve Ashih-teler (Aşite) isimli iki ünlü aileden söz etmektedir. Çin yıllıkları Kök Türklerin Hunların bir kolundan geldiğini açıklamaktadır. Efsaneye göre bu aşiretin adı Aşina’dır. Kök–Türklerin atalarını düşmanları tamamen imha edince bir tek çocuk kurtulur. Kolları ve bacakları da kesilmiş olan bu çocuğu kurt besler. Efsaneye göre Tanrı bu kutlu soyun yok olmasını istememiştir. Çocuk ile Kurt birleşirler ve dünyaya 10 çocukları gelir. Kurt Tanrı’dan gelen buyruğu dinleyerek bunlara yol gösterir. Çoğalan bu aile Aşina adını alır ve çadırlarının önüne Kurt başlı bir sancak asarlar[1][5].
Adilhan Adiloğlu, Kurdoğan’ı izah ederken, Türk mitolojisindeki Al-Ruhu, demir–demirci kültü ile bağlantılayıp etimolojik tahlilinin yanı sıra kahramanın destandaki yeri itibariyle de tezini savunmakta ve Sümer–Türk bağlantısından da delil getirmektedir[1][6]. Ayrıca, yazar Karaçay Balkar ve Oset Nart destan kahramanlarından Örüzmek’ten söz etmektedir. Bu Kafkas destan kahramanı gökten gelmiş bir taşın içinden çıkmış ve bir dişi kurdun sütüyle beslenmiştir[1][7].
Bu tahlillere bir boyut daha eklenebilir. Türkçe’de ala, kır ve boz büyük ölçüde eşanlamlı olup yekdiğerlerinin yerine kullanılırlar. Türk mitolojisindeki geyik “alageyik”tir. Kurt “Bozkurt”tur. At “kır at”tır. Eş anlamlı bu üç kelime Kara ve Ak’ın karışımı karşılığında kullanılır. Buradaki kara, siyah değildir. Ak da beyaz değildir. Kurt Alagan bize göre Bozkurt demektir.
Karaçay–Balkar ve Oset Nart destanlarında “Ala wgan” ve “Kurdalagon” adlı kahramanlar vardır. İri cüsseli olan Alawgan kendisine uygun bir kız bulamayınca “emegen” (dev) bir kadınla evlenir. Alagan’ın etimolojisini yapanlar bu kelimeyi “alanların Kurt soyundan olan demircisi” veya “ Kurt Soylu Alangan” şeklinde izah etmektedirler[1][8]. Al –Ruhu veya iyesi koruyucu bir iyedir. İyelerin ak veya kara iye olmaları arasında çok ince bir çizgi vardır. Nihayet her ikisi de iyedir. Kara iyeler kendilerinden korunulmak için onlardan çekinilir. Ak iyelerden ise yardım alınabilmek için onlara iyi davranılır. Od–ateş hastalık mikroplarını yakarak öldürür. Aklar paklar. Ancak ister ise her şeyi yakar. Kutsallığına inanılan Kurt gücü temsil ederken, icabına riayet etmeyene karşı da bu gücünü cezalandırıcı olarak gösterebilir.
Azerbaycanlı halk bilimci İ.M. Hekimoğlu’na göre Karapapah Türkleri arasında yaşayan halk inançlarına göre kurt ile Boz donlu Kurt ayrıdırlar. Donu boz olan Kurt, bozkurt hayatı boyunca sadece bir kurtla çiftleşirler. Dişisi veya erkeği ölen bir bozkurt başka bir kurtla çiftleşmez. Halk arasında birbirini çok seven çiftler için bozkurt benzetmesi yapılır. Bu tür çiftler ardı sıra ölürler. Anadolu’da bu türden ölümler için “dayanamadı yanına gitti” denilir[1][9].
Kırım Tatarları Kıpçak bölgesinde Kurt’a “Börü” ve Kırsal kesimde ise “Kaşkır” veya “Kurt” denilmektedir. Kurda Kaşkır (Kaşı kır olan) denilmesi kurdun adının telaffuz edilmek istenmemesindendir. Kurt kutsal olup tekin olmayan diğer güçler gibi onun isminin telaffuzundan kaçınılır. Aile fertleri içerisinde hanımın eşinin ismini vermemesi inancında olduğu gibi. Kırım’da Kurt ismi genellikle “Börü” kelimesi kullanılarak karşılanır. Kırım’da halen köy, nehir ve mahalle ismi olarak Kurti adı vardır. Tatar-Türk düşüncesine göre “Kara Oğuz nerede var ise, kurt da orada vardır.”[1][10].
Kurt ile ilgili inanç muhtevalı tespitler gündeme “don” kavramını da getirmektedir. Halk sufizminde de tuttuğu önemli yer itibariyle Kurt Donu’na girilebilmiş olduğu fikri ağırlık kazanmaktadır. Güvercin, Aslan, Geyik donuna girilebildiğinin örneklerini biliyoruz. Kurt bazen canavar kelimesi ile karşılanabilmektedir. Bu anlamda Kurt sıradan bir hayvandır. Kendisinden türetilmiş olunan, yol gösteren, manevi güç yüklü, kut bulmuş olan kurt boz olan ismi verilmesinden çekinilen ve ondan bahsedilmesi gerekince Kırkaş-Kaşkır gibi isimlerle tanımlanan kurttur. Bu kurt sergilediği yaşam tarzı ile örnek olmaktadır. Donuna girilen kurt budur. Bunun payı ayrılmaktadır. Zira bu kurdun semavi boyutu vardır. Bunun verebileceği muhtemel zararlardan korunmak için de birtakım saçılar yapılmaktadır. Mesela ona nezir adanmaktadır.
Kamizmde “Angır” diye bilinen kutsal bir kuş vardır. Bu kuş öterken ağlar gibi sesler çıkarır, bu kuşun eti yenilmez, öldürülmesi halinde bir felaketin olacağına inanılır. Köpeğin, Börü–Kurt gibi ulumasında da baykuşta olduğu gibi ölüm getireceğine inanılır. Köpeğin kurt gibi uluması gözüne kötü ruhların kara iyelerin görünmesi sebebiyledir. Bütün köpeklerde bu türden iyelerin hasleti yoktur. Sadece anlında “Görmekçi” denilen iki benek bulunan köpekler bu iyeyi görebilir ve görünce de ağlarlar.[1][11]
Anadolu’da baykuşun görünmesi ve köpeğin kurt gibi uluması ölüm haberi olarak bilinir. Onları uzaklaştırmak için onlara yiyecek verilir. Bu, kazayı savmak için yapılmış bir sacıdır.
“Türük Tengrisi”, “Türük Hakanı”, “Türük Buyruku” ve “Türk Budunu” bir bütünü oluşturuyordu. Türk’ün Tanrısı; Türk’e Budununu Türk Hakanının Türk Buyruğu üzere yönetmek üzere kutsamıştır.[1][12]
Türk kağanları kendilerini, insanları idare etmek üzere Tanrı tarafından görevlendirilmiş olarak kabul ve takdim etmiş, böylelikle de hâkimiyetlerini ilahi bir menşe’e dayamamışlardır. Onlar Gök tarafından tahta çıkarılıyordu. Onlara Gök ve Yer tarafından hayat veriliyordu. Kutsal değil kutlu idiler. Tek Tanrı İnancına dayanan ve Gök dini diye isimlendirilen din Gök Türklerin dini idi. Bu dine Tengricilik de denilmektedir. Bu dinde Kağanlar da Gök’te kut buluyorlardı[1][13]. Göksel bir varlık olduğuna inanılan Kurt da şüphesiz Tanrı değildi, Göksel olması itibariyle Kut bulmuş olacağından sadece kutsaldı. Kut bulmuş kağanın bayrağına kutlu hayvan Kurt yakışırdı.
Erzurum ve çevresinde doğum yapacak hanımı al basmaması için yastığının altına bir parça Kurt derisi konulur. Kadını ve çocuğu koruyacağına inanılan bu uygulamanın derinliklerinde Ata Ruhu, Kurt Ata inancı olmalı[1][14].
Güney Doğu Anadolu’da kırsal kesim ebelerinde mutlaka bir Kurt Kafatası kemiği bulunur. Ebeler kırk basan çocukları bu kurt kafatasını hamam tası gibi kullanarak yıkarlarsa çocukların şifa bulacağına inanılır[1][15].
Karaçay Türklerinde hamile kadınlar yanlarında kurt dişi taşırlar. Dünyaya gelmiş erkek çocuğun beşiğinin dört yönüne kurt resmi çizerler[1][16].
Kuzey Azerbaycan’da loğusa kadının yastığının altına bebek erkek ise; kurt dişi, bıçak, kurtağzı, kartal gagası, kemik konulur. Kız olsa dopak, makas, iğne, sap, üsküf, ayna konulur[1][17].
Sarıkamış, Kars ve çevresi Türk aşiretlerinde erkek çocuğun büyüyünce cesur olmaları için burun kanatları iğne ile delinip buradan kurt kılı geçirilir. Bu yörede çocuk beşikleri için yapılan koruyucu büyülerin içerisinde Kurt tırnağının da konulduğu olur.
Salıncakta sallanmakta olan kıza çubukla vurulur ve aniden nişanlısının ismi sorulur. Kızın ismini söyleyeceği genç erkeğe hemen gidilip müjde verilir ve kız istetilir. Oğulları olur ise kurt dişi ve kurt damağı ile yıkanılır. Böyle çocukların cesur olacağına inanılır[1][18].
Moğollara yenilen Kumanların bir kısmı Kafkasya çevresine ve Gürcistan’a iner, bir kısmı da Bönek’e inip Hıristiyan olurlar. Hıristiyan Kumanların Şamanlıktan / Tengricilikten bir türlü ayrılamadıkları belirtildikten sonra “Bönek gece çadırından çıkarak kurt gibi uludu Kurtlar buna cevap verdi. Buradan düşmanı yeneceğini anladı”[1][19]. Kaşgarlı Mahmut’un verdiği bilgiye göre hamile kadına “tilki mi yoksa kurt mu” diye sorarlar. Tilki diye cevap verenin kızı, kurt diye cevap verenin ise oğlunun olacağına inanılır [1][20].
Bulgaristan Türklerinde Hıdrellez’de üzerinden atlanılan ateşten alınan közün üzeri örtülür. Sabahleyin külün üzerindeki şekillere mana verilir. Şekiller kurt izine benzer ise mutluluğa yorumlanır. Kurt gelecekteki başarıların simgesi olarak kabul edilir[1][21].
Bu tespitte yeniden doğuşun simgesi olan Hıdrellez motifi koruyuculuğun simgesi olan od/ateş/ocak ile ve gelecekten haber veren yol göstericiliğin simgesi olan Kurt motifi ile birleşmiştir.
Avar ve Kumuklarda da köpeğin kurt gibi uluması ölüm haberi olarak algılanır [1][22]. Kırım’da köpeğin kurt gibi ulumasının uğursuz işareti olduğu inancı çok yaygındır. Kötü bir haberin geleceğine yorumlanır. Yol gösterici geleceğin iyi haberinin müjdeleyicisi olarak bilinen kurdun uluma şeklinin köpek tarafından taklit edilmesi halinde uğursuzluğa yorumlanışı anlamlı olmalı. Kafkasya’da Kumuk ve Nogaylar arasında köpeğin kurt gibi uluması, onun gözüne bazı kara iyelerin görünmüş olması şeklinde izah edilmektedir.
Tatar Türklerinde insan ismi olarak Kurt Nezir’in olması Kurt Nezir, kurda adak veya kurdun adağı demektir. Nitekim Muhammed Nezir, Muhammed’e adak kurban veya Muhammed Adağı kurbanı demek olmaktadır. Kurdun kutsal olduğu dönemdeki bir ifade biçimi İslamiyet’te içeriğini yitirmeden sürmüştür. Yine Kırım Türklerinde Seyit Börü, Seyit Kuvtov ve Kurt Seyidov gibi insan isimleri vardır. “Seyit” bilindiği gibi Hz. Muhammed’in soyundan gelenlere verilen bir isimdir.
Don değiştirme itibariyle kurt bahsine tekrar dönülecek olursa, Cebe kelimesi metinlerde, miğfer bazen de Cübbe karşılığı olarak kullanılmaktadır. Kurt’un başta, miğferde veya sırtta, kaftanda oluşu onun genel anlamda “don” karşılığında kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Şahıs böyle bir dona bürünmüş olmaktadır. Kurtcebe, Kurtdonlu demek olmalı. Nitekim Kurtcebe ismini, insan ve aile adı olarak tanıyoruz[1][23].
Karaim Türklerinde köklü bir kurt kültü vardır. Karaimlerde Kurt’tan türemiş olma inancı çok yaygındır. Karaimlerde sık tekrarlanan bir söze göre “Temelimiz kurttan olmuştur”[1][24].
Kurtlu insan ismi de Karaylarda ve Tatarlarda çok yaygındır. Zikir kurt, Kurt Nezir gibi isimlere rastlanılabilmektedir. “Allah’ım bizi kurttan bağışla” şeklinde diye başlayan dua örnekleri vardır. Afganistan Hazara Türklerinde Muhammet Nezir diye insan ismi vardır. Dede Korkut Destanı’nda “...Kara başım kurban olsun kurdum sana...”[1][25]bir zikir midir?
779 senesinde Yablakar ailesinden Börü/Böğü Kağan’ı öldürerek Tun Baga Tarkan tahta geçmiştir. Göktürk-Uygur dönemi Türk tarihinde çok sayıda içerinde Kurt veya Börü geçen insan ismi vardır. Börü sıradan insan ismi olmayıp soylulara mahsustur.
Kurt, Türk Onomastiği’ne de doğal olarak yansımıştır. Yörüklerde “Kurt Cemaati” isimli bir cemaat var olmuştur[1][26]. Kurdun toponomiye yansıdığını dağ, ova, kasaba, kaya isimlerinde sıkça görebiliyoruz.
Bağlamak, bağlanmış olmak, bağı bozmak halk inançlarında yeni evli çiftler için ilişkide başarısız olmalarını sağlamak için yapılmış bir nevi büyüdür. Bu büyüden korunmak ve gerektiğinde kurtulabilmek için birtakım inançlar taşınır ve uygulamalar yapılır. Biz bu koruma ve kurtulma tatbikatlarından kurt ile ilgili olanlar üzerinde duracağız. Zira Kurt Ata ve Kurt ana inançları doğurmak ve doğurtmak fiilleri ile ilgilidirler.
Hakkâri’den yapıp yayınladığımız bir tespit de çocuk yaşta erginlik yaşında ve yaşlılıkta kız ve hanımların kemer tokası farklıdır. Erginlik yaşından sonra genç kızlar tokasında kurt kabartması olan gümüş kemer takarlar. Bu kemerler çoluk çocuğa karışıldıktan sonra yeni genç kızlara bırakılır[1][27] Bu tespit bir çocuk yaşta ve yaşlılıkta yani doğurganlık yaşından evvel ve sonra kurttan üreme ile ilgili korumasının olmadığımı düşündürmeli.
Maraş, Adıyaman ve Kayseri’de kurt kanı ile sigara kâğıdına özel tılsım yapılıp oğlanın kapısının eşiğinin altına gömülür ise ve gömen şahıs arkasına bakmadan oradan uzaklaşır ise, damadın ay dört defa oluncaya kadar eşi ile birleşemeyeceğine inanılır[1][28].
Hakkâri’nin bazı yörelerinde bağlı çiftlerin bağlarını bozmak için gelin ve damat parmaklarını kurt kanına bularlar ve kanlı parmaklarını çaprazlaştırarak çarpı işareti gibi yaparlar[1][29]. Orta ve başparmakla yapılan bu çapraz işaret çocuklar arasında küs işareti olarak bilinir. Aynı işareti kolların bağlanması şeklinde yapılınca yapanın kısmetinin kesileceğine inanılır.
Bağlı gelin ve damadın bağlarının bozulması için de uygulanılan birtakım yöntemler vardır. Güneydoğu Anadolu Türkmenleri ve Hakkâri yöresinde bağın bozulması için çiftler kurt postu üzerinde birleştirilirler. Toros Türkmenlerinde bu arada Alanya ve Antalya’da henüz vurulmuş kurdun soğumamış kanı ile bağlı çiftlerin cinsel organları yakınılır[1][30].
Ergenekon efsanesindeki Türk genci ile birleşen dişi kurt Emel Esin’e göre semboliktir. Bu dişi kurt Bozkurt donuna/kılığına girmiş düşmandan kendisini ve yaralı Türk gencini korumuş bir Türk kızı kadın kam olabilir[1][31].Kurt veya Bozkurt donuna girebilmiş olma konusu üzerinde ayrıca duracağız.
Umay gibi, ananın da (kurdun) çocuğu korumak rolü olduğu düşünülür ise çocuğu kurtaran kadın kamın dişi bozkurt gibi tasavvur edilmesi akla gelebilir[1][32].
Gök Tengri Yaradılış Efsanesinde erbah kurt, yerini dişi kurda bırakır. Efsaneye göre, düşmanla yapılan savaşta sağ kalan bir erkek çocuğu bilindiği gibi kurtaran dişi kurttur[1][33].
Kurt Baba isimli Anadolu’da yatırların olduğu bilinmektedir. Geyik Baba yatırlarındaki ulu zatların Geyik donuna girişleri ile ilgili efsanelerin varlığı bilinmektedir. Bilindiği gibi Babalar adeta geçmişlerin Kamlarıdır. Konya’daki Kurt Baba, Kastamonu’daki Kurt Şeyh, Konya Tavşanlı’daki Kurt Dede’nin Kurt ismini almış olmaları incelenebilir.
Halk Efsanelerinde şekil değiştirme cezalandırma, Beddua sonucu oluşma, keramet gösterme, utanma duygusunu yerme gibi durumlar sonucu oluşur. Şekil değiştirme, taşa dönüştürme gibi süreklilik arz eder. Keramet sahibinin kendisini başka bir şekle sokabilmesi halk inançlarında don değiştirme olarak bilinir. Don değişen kutlu kişi, gireceği donu kendisi seçer. Bu arada hayvan donuna da girebilir. Muhakkak ki seçilen donun ve değişik donları seçmiş olmanın da sistem içerisinde yeri vardır[1][34].
Dişinden, kılından, tırnağından, yağından, pöstekisinden, kanından, kafatasından korunmak ve kurtulmak için yararlanılan kurt seccadelerinden mezarının toprağından Çınarının yaprağından yararlanılan adeta bir ulu baba, ulu dededir. Bu görünümü ile Kurt, Kurt atadır. Türklerdeki Baba Kültü ile Kurt Ata Kültü uyuşmaktadır.
Güney Türkistan’da; Börü Han, Börü Nisa, Börü Nisan, Börücan gibi kız isimleri ve Börü, Börübey, Börcübek, Cinborü gibi erkek isimleri kullanılmaktadır. Bu bölgenin Türkleri yaşamayan çocuklarını esnetilmiş Kurt derisinin ağız kısmından geçirmektedir. Böylece yaşayan çocuğa Börü ismi verilmektedir[1][35].
Türk Dünyasının birçok yerinde çocuğu yaşamayan anne çocuğunu bir yatıra satar. Böylece çocuğun yatırın koruması altına girdiğine inanılır. Bu tür çocuklara ya yatırın ismi verilir veya cinsiyetine göre Satı veya Satılmış adı konulur. Bu çocuk hayatının dönüm noktalarında o türbeyi ziyaret eder.
Güneydoğu Anadolu Hakkâri ağırlıklı Pinyaniş aşiretinde kurt silahla vurularak öldürülmez. Bunu yapan şahıs aşağılanır. Kurdun zararsız hale getirilmesi için özel sürek av yöntemleri vardır. Bu kurda saygılı bir uygulama biçimidir.
Saim Sakaoğlu yaptığı konu ile ilgili çalışmada da Borak aşiretinde kurdun uğuruna inanıldığını kurt başına kutsiyet izafe edildiğini, Pervari’de kurda atılan tüfeğin patlamayacağına inanıldığını belirtmektedir[1][36].
Güney Azerbaycan’da yaşayan Kaşgay Türklerinde Kurt’a küfredilmez. Kurdun evcil olmayan hayvanlar arasında itibarlı bir yeri vardır[1][37].
Anadolu, Azerbaycan ve bir kısım Kafkasya coğrafyasını da kapsayan Dede Korkut Destanı’nda yukarıda da belirtildiği gibi “...sudan kiçdi bu kez bir kurda tuş oldu. Kurt yüzü mübarek dür”[1][38] ifadesini biliyoruz. Kurt yüzü mübarek bilinmiştir.
Stalin’in Karaçayları Kafkasya’dan sürmeden evvel 1940’lardan önce davası mahkemeye akseden Karaçay Türkleri yemin ederlerken ellerini kurt kirişine basarlardı. Üzerine yemin edilen nesne yalan söylenilmesi halinde yalan söyleyeni çarpan, çarpma gücünün olduğuna inanılan şeydir. Kutsaldır. Mukaddes olarak kabul edilir.
Karaçaylar 1940 yılından sürgüne gönderilinceye kadar yetişkin insanların ahşap karyolalarının yan taraflarını oyarak kurt resmi yaparlardı[1][39] Kurdun birçok bayrak, flama, kokartta yer almış olması aynı inancın bir ürünüdür. Nakşedilmiş kurt motifinin koruyuculuğu inancının bir sonucudur. Bu koruma bazen yol gösterme şeklinde de olabilmektedir.
Iğdır Soykırım Anıt ve Müzesi’nin rölyefleri arasında asker, kurt, kartal ve at motifi yer almıştır[1][40] Bunlardan her dördü de koruyucu, kurtarıcı, yol göstericiliğin Türk tefekküründeki simgeleridir.
Bozkurt ve Türeyiş Destanlarında olduğu gibi Cengiz Han Destanında da Kurttan türeyiş vardır. Bahattin Öğel, Doğu Sibirya ilkel kavimlerinin de atalarının kurt olduğuna inandıklarını belirtmektedir[1][41].
Kurt motifinin Türk Dünyası’nın muhtelif kesimleri ve Kızılderili efsanelerinde yer aldığını Etrüsklerden bahisle yapılan karşılaştırmalı çalışmalar da olmuştur[1][42]. Ancak biz yazımızın kapsamını fazla genişletmek istememekteyiz.
Biz 2000 yılında katıldığımız Koş-Ağaç, El–Oyun Kültür Şenliklerinde Kurt Başlı filamanlara şahit olduk. Bölge kazılarımdan çıkarılan arkeolojik buluntular Dağlık Altay Müzesine konulmuştu[1][43].
Kafkasya Türkmenlerinde 16–30 Ocak tarihleri arasında günlere “Kurt Günleri” denir[1][44]. Gagavuz Türklerinde her yıl kış aylarında “Canavar/Kurt Yortusu” yapılır. Başalma (Beşleme) Mikail Çakır Etnografya Müzesi’nde bu yortuları anlatan dokümanlar vardır[1][45].
Nazar, kem gözden korunmak Türk halk inançlarında önemli bir yer tutar. Nazar muhakkak bizzat görülerek yapılmaz. Gıyaben de nazar değebilir. Sadece canlı ve cansız mala değil insanlara bilhassa çocuk ve kadınlar nazar olabilirler. Nazara uğrayan mal mülk zarar görünebilirken, insanlar hastalanıp ölebilirler. Nazar için yarı ölümdür, denildiği olur. Nazardan korunmak için bostanlara kurt kafası dikilir.
S.Sakaoğlu’nun Sıtkı Aras’tan derlediği bir bilgiye göre, uğuruna ve yararına inanılan “Kurt Yağmuru” bulutsuz ve güneşli havada yağar. Bu esnada kurdun doğurmakta olduğuna inanılır[1][46]. Bu tespiti biz diğer kaynaklarla teyit ettik.
Afyon–Bolvadin’de yaşayan Karabağlı Karapapah Türkleri Nevruzda (Yeni gün) tarlaya “Kurt Kafası” dikip bereketi cezbetmek için Onun etrafında dönerler[1][47]. Kurt kafasının koruyuculuğuna da inanılır. Bu uygulamada Artova-Tokat’ta da vardır.
Kumuk Türklerinde Börü Gözünün (Kurt Gözü) nazara karşı koruyucu etkisi olduğuna inanılır. Aile fertleri arasında ihtilaf çıkmış ise geçimsizliği gidermek için, ihtilaflıların arasından geçilir. Böylece dargın çiftlerin barıştırılacağına inanılır. Bu uygulama bizzat yapılamaz ise, temsilen de yapılıp Küsler barıştırılır[1][48].
K.Afganistan Türklerinde Kurt Dişi çocukların nazardan korunmaları izin kullanılırken, Türkmenler çocuğun kalpağına, Özbekler Kelepoş’una ve omzuna kurt dişi takarlar. Kurt dişi Türkiye Türklerinde de nazar boncuğu olarak kullanılır ve mavi boncukla birlikte kızların saçına örüklerinin içine, erkek çocukların omzuna, yakasına ve beşiğine takılır[1][49].
Türkiye’de muhtelif vesilelerle belirtildiği gibi, bebeği yaşamayan kadınlara ve çocuklara yapılacak koruyucu uygulamalarda “kurttan yararlanma ile ilgili inançlar da vardır. Bu arada nazarlığa kurt dişi ve kurttırnağı takılır. Bebek kurt derisinin ağzından geçirilir. Cesur olması istenilen erkek çocuğun burun kanadı delinerek buradan veya kulak memesi deliğinden kurt kılı geçirilir. Kırk döneminde çocuklar kurutulmuş kurban gözü ile olduğu gibi, kurt gözü ile de banyo yaptırıldığı olur. İçerisinde kurt dişi, kurt postu, kurt tırnağı olan nazarlıklar beşik veya salıncağa takılır[1][50].
Güney Türkistan’da durmayan (yaşamayan) erkek çocuklar için özel yapılmış kurtağzından çocuğun büyükbabası veya büyükannesi çocuğu geçirir. Anadolu’da ise kurdun çeşitli fonksiyonlarına Türk Dünyasının diğer kesimlerinde olduğu gibi, inanılır[1][51].
Özbekistan’da bebeği nazardan korumak için onun başına nazarlık olarak Kurt Kemiği, Kurt dişi, acı ısırık (üzerlik) Sarımsak ve iğne konulur, muska yapılır[1][52].
Anadolu’da Ballayan Türkmen aşiretinde kötü kişinin nazarından korunmak için okunarak ağzı bağlanınca, iki muska yapılır. Bunlardan birisi ulu bir ağacın altına diğeri eşiğin altına gömülür[1][53]. Buradan hareketle korumada ağız bağlama bahsine geçeceğiz.
Ege ve Akdeniz bölgesinde; Bozkurt’un dişini cebinde taşıyan kimseye nazarın değmeyeceği ve bu kimsenin uykusunda sayıklamayacağı inancı vardır. Bozkurt’un kurutulmuş gözü toz haline getirilerek sürme gibi göze çekilirse, o gözün iyi göreceğine hiç ağrımayacağına inanılır. Bu yörede gece kurtlardan bahsedilmez, aksi halde bir kıl koparılır veya ateşe çivi atılır[1][54]. Bu tespitte yanılmıyorsak Bozkurt’un ak iye, diğer kurtların kara iye görünümü var. Her iki kurtta da halk inancına göre bir kuvve tespiti yapılmıştır. Ancak fonksiyonları farklıdır. Boz olmayan kurdun muhtemel zararından korunmak için demir ve ateş kültleri devreye girmiştir. Anadolu’da yılan, cin gibi varlıkların isminin gece geçmemesine özen gösterilir.
Bolvadin–Karabağ Türkmenlerinde ağılları nazardan korumak için kapının önüne bir sırık dikilir ve üzerine kurt başı takılır[1][55].
Azerbaycan’da su bıçakla bağlanır. Kurtağzı Türk dünyasının birçok yerinde keza bıçakla bağlanır. Anadolu’da kız istenilince ailesinin ve imtihana girince öğretmenlerin ağzı iğne ile bağlanılır. Ayrıca yol bağlamak, kapı bağlamak ile ilgili inançlar da vardır.
Anadolu’daki “kurtağzı bağlaması” uygulaması Bayır–Bucak Türkmenlerinde de vardır. Evcil bir hayvan dağda, merada kalıp köyüne dönmemiş ise, o hayvana kurdun zarar vermemesi için merasim ve duaları yapılarak kurdun ağzı bağlanır. Beklenilen hayvan çiftliğe dönünce, açlıktan ölmemesi için kurdun ağzı açılır. Bu uygulama Güney ve Kuzey Azerbaycan Türklerinde de vardır[1][56].
Karaçay Türklerinde de kurtağzı bağlamak vardır. Bunun için bıçak kınından çıkarılır ters çevrilir, bıçak ve kını ilgili duası okunarak birbirine bağlanır. Hayvanlar otlaktan salimen dönünce, kurt açlıktan ölmesin diye ilgili dua okunarak bıçak ve kını açılır. Buna kurdun ağzının açılması denir. Bu uygulama da “bıçak” ve “bağlama-bağlanma” temalarının yanı sıra halk inançlarındaki merhamet motifi de yer almaktadır. Kurdun avlanması onun meşru yoldan rızkını aramasıdır. O’na mani olunmamalıdır.
Kuzey Kafkasya’da Tabasaranlarda köyden birinin ineği itse (kaybolsa) Molla kurdun ağzını bağlar. Kurtağzı bağlamak Karapapak, Kırmanç ve Kumanlarda da vardır[1][57].
Koyun Abdal’ın bağlarda koyun sürüsünün otlattığı koyunların meyvelere hiç dokunmadan sadece otları yediği koyunların bağlara zarar vermeyeceğini Koyun Abdal’ın garanti ettiği anlatılır. Koyunlar halisane otlatılır ise sadece rızklarını yiyebilecekleri inancı ulu zatlarla ilgili anlatımlarda çok sık rastlanılır[1][58].
Azerbaycan’ın Kazak bölgesindeki bir inanca göre hiçbir dişi kurt erkek yavrusu ve erkek kurt da dişi yavrusu ile çiftleşmez. Kurtların yakın çevrelerindeki hayvanlarını parçalaması ilginçtir. Karınlarını doyurabilmek için başka muhitlerden hayvan bulurlar[1][59].
Enver Börüsoy’un bir araştırmasına göre; Kurt saldıracağı kimsenin dikkatini çeker, saldıracağını duyurur. Aniden ve arkadan saldırmaz. Her kurdun saldıracağı kendi sürüsü vardır. Birbirlerinin sürülerine saldırmazlar. Azerbaycan’ın Kazak bölgesinde çobanlar bakmakta oldukları sürülerin sahiplerinden “Kurt payı” alırlar. Kurt payı kurtların hakkı olarak bilinen bir miktar ettir. Çobanlar 10–15 kilo kadar eti yemeleri için kurtlara ayırır ve onların rahat yiyebilecekleri yerlere koyarlar. Kurdun payının ayrılması anlaşılan zahiri mahiyetinin yanı sıra Batıni boyutu ile nasiplerinin paylaşılması olayıdır. Kurdun da rızkı bir yerden gelmelidir. Onun da beslenme hakkı vardır. Anadolu’da ekin toprağa atılırken “kurdun ve kuşun payı” ilaveten toprağa serpitilir. Nevruz uygulamalarında ambar temizlemede kurdun–kuşun payı Anadolu ve Güney Azerbaycan’da çok gözetilir.
Türk Dünyası’nın hemen hemen her yerinde görülen “Kurt Ağzı Bağlama” uygulamasının derinliklerinde helal–haram ve rızk-nasip inancı vardır. Kurdun ağzı bağlanılarak ölüme terk edilmesi amaçlanmaz. Kurda adeta yememesi gereken evcil hayvan için işaret verilmiş olunur. Evcil hayvan yerine dönünce kurdun ağzı açılır. Kurdun ağzı çok kere bıçakla bağlanır. Bağlanmak Türk halk inançlarında bir koddur. Bağlanmak ve açılmak bıçak–demirle yapılır. Demir de Türk halk inançlarında bir külttür. Bağlanma ve açılmanın dua eşliğinde yapılmış olması, yapılan uygulamanın İslamileşmiş oluşundadır. Uygulamada bazen hocanın yer almış olması kam’ın rolünü üstlenmiş oluşu ile izah edilebilir. Bazı uygulamalarda bu esnada yakılmış ateşin sönüp sönmediğine bakılması, sönmüş olması halinde kurdun hayvanı yemesi şeklinde algılanması, kurdun hayvanı yemeyeceğinin işareti olarak kabul edilir. Bize göre bu Türklerde adalet kavramının antolojik temelinin varlığını da gösterir. Tengri’de kurt, kut bulmuş ise, bunun da bir nizamı vardı[1][60]
Kurtağzının bağlanılması gibi kurdun içerdiği manevi kuvvetten istifade ile insanların ağzı, dili, gönlü bağlanabilir. Bunun için kurt yağı kullanılır. İnanca göre kurt yağı insanların sevimli görünmelerini önler ve şirin konuşmalarına mani olur.
Düşmanlık yapılmak istenilen kimsenin ağzını, dilini, kapısını bağlamak için, o kişinin kapısına kurt yağı sürülür. Böyle kapıları “Bağlı Kapı” denilir[1][61].
Nahçıvan’da Kurt’a kutsiyet atfedilir. Kurt’un tekin olmadığına inanılır. Kurt yağı sürülmüş bir ailenin aile fertleri arasında tatsızlık çıkacağına inanılır ve “ Kurt Yağı ile ocak yıkılır” denilir[1][62].
Azerbaycan Türklerinde iki insan arasında ihtilaf çıkması isteniyor ise, bunların arasını açmak için birisinin üzerine “Kurt Yağı” sürülmesinin gerektiğine inanılır[1][63].
Sonuç
Kurt Eski Türk İnanç Sisteminde Tengri’den kut bulmuş bir canlı olup, Tanrı değil ancak semavi bir varlıktır. Fiziki ve cinsel özellikleri de bulunan bu varlık boz, kır renkli ve çok kere dişi sıradan bir kurt olmaktan ziyade kurt donuna giren bir ata ruhudur. Bozkurt olarak mitolojide yer alan bu varlık Ata ruhu, Kam kültünün bütün özelliklerine sahip. Kendisine sevgi ve saygı duyularak yardımının alınabilmesine çalışılan ve kendisinden korkulup çekinilerek zararından korunmak istenilen bir varlıktır.
Boz kurt’un hayatın her safhasında fonksiyonunun olduğuna inanılmaktadır. İnsanlar dünyaya gelmeden, geldikten sonra, isim almalarında, evliliklerinin muhtelif dönemlerinde, bereket edinme, savaş kazanma gibi mücadelelerinde, görünmeyen güçlere karşı savaşlarında, hastalıklarında, gelecekten haber almalarında kurdun fonksiyonuna inanmaktadır. Kurt yaşam biçimi ve çevre ile ilişkileri itibariyle Türk halk inançlarında örnek alınabilmektedir.
Kurdun; kanı, yağı, kılı, postu, dişi, tırnağı, kemiği, kafatası, izi korunma ve kurtulma da halk inançlarında yerini bulduğu, bir kurt kültünün oluştuğu söylenebilir. Halk inanç kültüründe bu derece derin iz taşıyan Bozkurt son yüzyılda doğal olarak tekrar resmi devlet armaları gibi üst kültür kurumlarına da yansımıştır.